Blog

Boomoon ile Boğaziçi Projesi Üzerine Söyleşi

30 Haziran 2020 Sal

NAZ CUGUOĞLU
nazcuguoglu@gmail.com

Naz Cuguoğlu: Pratiğinizde, insan figürünü çerçevenin dışında bırakarak manzaraya odaklanma eğilimindesiniz. Bu görüntü bugünlerde pandemi ve dünyadaki boş veya yunuslarla dolu kanallar hakkında düşündüğümüzde özellikle çarpıcı. İnsansız manzaraya ilk ne zaman ilgi duydunuz? Ve bu yaklaşım yıllar boyunca pratiğinizde nasıl gelişti?

Boomoon: Gençken içinde bulunduğum zamanı belgelemeyi kendime meslek edindim ve doğal manzarayı bir klişe olarak gördüm. Ancak fotoğrafların kendi kendilerine hizmet eden ifadeler veya sosyal katılım olarak kullanılması konusunda bir noktada şüphe duymaya başladım. Aşırı bir kolektiflik içinde yaşadığım askerlik hizmetimden sonra şüphelerim güçlendi ve gözlerimi insan varlığı olmayan doğaya çevirdim. Ben bir doğa bilimci ya da çevreci değilim. Eğer doğa lehine bir pozisyon alıyorsam, bunun nedeni hazır anlamlarla dolu imgelerden uzaklaşmak ve görüntünün kendi gücünü takip etmek istememdi. 1990'lı yıllardaki “Bulutların Üzerinde” serisi, olası herhangi bir anlamın bilinçli olarak ortadan kaldırılmasının sonucuydu. Bu benim işimde bir dönüm noktasıydı ve hayatımı değiştirdi. Kendimi o zamana kadar yaşadığım sosyal hayattan kesmeye karar verdim ve Kore yarımadasının doğu kıyısındaki dağlara taşındım. Sonunda yalnızlığım sayesinde doğayla yüzleşebilirdim.

NC: Benzer şekilde Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu tarafından sipariş edilen Boğaziçi projeniz de çoğunlukla Boğaz'ın kendisine odaklandı. Bu sipariş süreci ve Borusan Contemporary ile diyaloğunuzdan bahsedebilir misiniz? Çalışmanız bu diyalogla birlikte nasıl gelişti? İstanbul'da ne kadar kaldınız? Şehirdeki deneyiminiz nasıldı?

B:  Sanırım Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun siparişi su konusundaki çalışmalarıma duydukları ilgiden kaynaklandı. Tema ve zaman çerçevesi dışında, bana tam bir özgürlük verildi. İstanbul'u Nisan 2017'de ilk kez ziyaret ettiğimde Borusan Contemporary'de Boğaz manzaralı bir ofiste bir toplantı yaptım. Söyleyebileceğim tek şey, “Ancak beklediğimde gelecek olan görüntüleri en iyi şekilde toplayacağım” idi. Toplantıya katılan yazar Elisabeth Dewberry, “yetenekli”nin (talented) “hediye almış” (gifted) ile aynı anlamda olduğunu söyleyerek beni destekledi. Görüntüler bana aniden geliyor ve onları almaya hazır olmam gerekiyor. Resimlerin hediyesini hak etmek için, hayalimi beslemeli ve beklemeliyim.

İstanbul bana nostaljik bir mekan gibi göründü. Zamanın ve yaşamların birikiminden gelen his, güçlü su varlığı ve tekne gezileri hafızamı canlandırdı. Ancak, Boğaz'la yeni bir karşılaşma olmasını istediğim gibi, önyargılardan ya da ön bilgilerden de kaçınmaya çalıştım. Her biri farklı bir mevsimde olmak üzere İstanbul'u üç kez ziyaret ettim ve nereye varacağımı bilmeden çalışmaya başladım. Tekrarlanan tekne turları ile günün yer ve saatine göre değişen ışık, ritim ve enerji alanı gibi Boğaz'ın fiziksel özelliklerini öğrendim. Sonra kendimi görünenin ötesinde bilinmeyen boyuta attım. Kamera, sürükleyici bir deneyim sağlayan bir cihazdı. Boğaziçi serim bana hem yeri hem de kendimi gösterdi.

NC: Boğaziçi’nde sadece balıklara ve denizanalarına yer verdiniz ve bu bana Haraway’in chthulucene'i düşündürüyor: Bir gün yaşanabilir bir dünya hayal edebilmemiz için küçük organizmalara özen gösteriyor / akrabalıklar üretiyoruz. Bu figürlerle ilgilenmeye nasıl başladınız? Bu ilgideki felsefi ve mitolojik alegorilerin rolü nedir?

B: Balık gerçekten beklenmedik bir hediye gibidir. Tekrarlanan tekne gezilerim sırasında teknede hizmet veren yaşlı bir adamla tanıştım. Bir gün bana kameramın sualtı dünyasını yakalayıp yakalayamayacağını sordu. Su ve onun hareketli yüzeyi üzerindeki yansımasına çekildiğim için Boğaz'ın derinliği üzerine düşünmemiştim. Yaşlı adamın tuhaf sorusundan sonra, uskumru ve kefal gibi balık sürülerine rastladım ve suyun içine bakmaya başladım. Ama teknedeki adamla tekrar görüşemedim. Gizemli bir karşılaşmaydı. Bir sonraki ziyarette tekrar balıkla buluşmayı bekliyordum, ancak kışın Boğaz denizanalarıyla doluydu. Denizanasının Türkçe'de “denizin annesi” anlamına gelmesini ilginç buluyorum.

Boğaziçi bana, büyüsünün kaynağını bulmak için kendini denize atmış olan Butes'in efsanesini hatırlattı. İşimi suya girmenin meyveleri olarak görüyorum. Tabii ki, tekneden suya baktım, ama huzursuz hareket eden suya çekildim. Orada hipnotik bir şey vardı. Balık ve denizanasıyla karşılaşmak, Boğaz'ın bedenini oluşturdukları için kaçınılmaz olabilir.

NC: Doğaya olan ilginiz Sansu'nun (Dağ-Su) geleneksel estetiğinden de ilham alıyor. Bu resimleri yakın geçmişte Berkeley Sanat Müzesi'ndeki bir sergide deneyimleme şansım oldu. Ve o zamandan beri, bu doğa algısı üzerine düşünüyorum, durmayan, hareket eden bir doğa algısı. İşleriniz benzer bir etki yaratıyor. Bize bu ilham kaynağı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

B: Geleneksel Sansu estetiğini göz önünde bulundurarak çalışmadım. Çevremdeki dağlara bakarak çalışmam, kültürel DNA'mı tanımamı sağladı. Kamera, tek odak perspektifine dayanan bir görsel temsil aracıdır, böylece manzara deneyimimi temsil edebilmek için sınırlara sahiptir. Üretici tarafından belirlenen hazır formatı kabul etmek yerine görüntü formatına, dikey veya yatay forma serbestçe karar vermek istedim. Ayrıca, parşömen resimlerinde kullanılan, bakışı gezdiren yaklaşımı da böylece gerçekleştirebilmiş oldum. Resmin önünde yatay bir konumdan bakarak gezinmeye izin vermek, Sansu resminde önemsenen bir kavramdı.

Boğaz’daki balıklar da “Balık Oyun Resmi” anlamına gelen “Oerakdo” geleneğiyle ilişkilendirilebilir. Üstündeki ve su altındaki bakış açılarını karıştırarak yaratılan fantastik alan ile tanımlanan bu görsel mirası kendi içimde bulmak ilginçti. Yine de aldığım en önemli ders, sanatçının hayatının ve tutumlarının çalışmalarına yol açıyor olduğuydu.

Boomoon, Boğaz’da Yansımalar No. 1, 2018.
240 x 150 cm (her biri), Laserchrome baskı.

NC: Şu an bulunduğumuz yerden devam ederken sanatın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sanal alanları aktive etmek için daha iyi teknolojiler bulmaya çalışan kurumları tecrübe ediyoruz. Bu yaklaşım hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanatı eskiden olduğu gibi deneyimleyecek miyiz? Bu gerekli mi?

B: Yeni bir teknoloji ortaya çıktığında, insanlar ya utanır ya büyülenir, ancak daha sonra hızla bu teknolojiyle aşina olarak ona hakim olurlar. Yaşlı nesiller genellikle tanıdıkları şeylerin kaybından pişman olurlar ve dünyanın daha da kötüye gittiğini söylerler, ancak genç nesillerin bilinmeyen dünyada pişmanlık duyacakları ve yeni olasılıklar bulabilecekleri hiçbir şey yoktur. Yaşlı bir adama yer kalmamıştır!

Teknolojinin mevcut gelişimini ve temas etmemeyi gerektiren son sosyal ihtiyaçları göz önüne alınırsa, sanalın günlük yaşamın tüm sektörlerinde geliştirileceği açıktır. Bununla birlikte, sanal gerçekliği ne kadar çok kullanırsak, fiziksel alandaki algısal deneyim o kadar değerli ve istisnai olacaktır. Bunu müzikte görüyoruz. Kayıt teknolojisinin başlangıcında, ses kalitesi müzik aşığının kulaklarını tatmin edemedi, ancak bugünlerde kaydedilen bir parça harika bir duygu yaratabilir. Bir konsere katılmak özel bir törene dönüştü.

Şahsen 2004 yılında analogdan dijitale geçişi kendi çalışma sürecimde yaşadım. Bu durum işlerimi değiştirdi. Bununla birlikte, fiziksel ve fenomenolojik deneyim ile beden ve imge arasındaki ilişki benim işimde daima temeldir. Fotoğrafta en ileri teknolojiyi takip etsem de, bir sanatçı olarak aynı kalıyorum. Pratik sorunları çözmekten ve her geçen gün daha da ilerlemeye çalışmaktan endişeliyim. Açıkçası, sanatın geleceği veya sanat sisteminin geleceği endişelerim içinde değil.

NC: Bugünlerde ne üzerinde çalışıyorsunuz? Ne okuyorsunuz / yazıyorsunuz / pişiriyorsunuz? Öz bakım ve toplum bakımı ritüelleriniz nelerdir?

B: Tüm seyahat planlarım ertelendi, ancak evimin etrafındaki canlı doğa sayesinde kendimi sınırlandırılmış hissetmiyorum. Bahçecilik yapıyorum, 1970'lerden ilk çalışmalarımı jelatin gümüş baskı ile basıyorum ve Proust'u tekrar okuyorum. Kaybedilmiş bir zaman asla değil. Proust'u her okuduğumda, onun manzara tarifi beni şaşırtıyor. Hareket halinde bir manzara tarif etmiş ve gizli boyutunu hayal gücünün ve belleğin gücüyle görebilmiş. Bu bana manzara fotoğrafçılığı ile ilgili bir yol öneriyor.

Yaşamak ve görmek için biraz zaman ayırmam gerekiyor, ancak genellikle bu anti-sosyal bir tutum olarak yanlış anlaşılıyor. Bugün herkesin hayatta kalabilmesi için mesafe almanın önerildiğini görmek ne kadar ilginç. Halk sağlığı sorununun ötesinde, Tek Başınalık Yolu’ndan ilham alma zamanı.

 

YAZAR HAKKINDA
Naz Cuguoğlu, San Francisco’da yaşamakta ve çalışmakta olan küratör ve sanat yazarıdır. Kolektif düşünme ve üretme yöntemleri üzerine odaklanan Collective Çukurcuma küratöryel kolektifinin kurucularındandır. KADIST, The Wattis Institute, de Young Museum, SFMOMA, Joan Mitchell Foundation, Zilberman Gallery, Maumau, ve Mixer gibi kurumlarda farklı pozisyonlarda görev almıştır. Yazıları SFMOMA Open Space, Art Asia Pacific, Hyperallergic, Borusan Contemporary blog, ve M-est.org gibi mecralarda yayınlanmıştır. Küratörlüğünü üstlendiği sergiler The Wattis Institute, D21 Kunstraum Leipzig, Red Bull Art Around Arnavutköy, 15. İstanbul Bienali’nin kamusal programı, Framer Framed (Amsterdam) ve 5533’ün de aralarında bulunduğu farklı mekanlarda gerçekleşmiştir. Lisans eğitimini Koç Üniversitesi Psikoloji bölümünde tamamladıktan sonra, yüksek lisansını aynı üniversitenin Sosyal Psikoloji departmanında ve California College of Arts’ın Küratöryel Pratik bölümünde tamamlamıştır. Eş-editörlüğünü üstlendiği kataloglar arasında İskenderiye’den Sonra Tufan (2015), Between Places (2016), ve The Word for World is Forest (2020) bulunmaktadır.

Sayfayı Paylaş