Perili Köşk’e girmeden Boğaz’ın kıyısında biraz vakit geçirmeye karar verdim. Zaten müzeye erken varmıştım. Burası hem bir koşucu hem de besteci olarak şehrin en sevdiğim yerlerinden biri. Müzenin hemen karşısında konumlanan bu noktanın şehirsel ses manzarası, zaman ve mekânda iç içe geçen çoklu ses katmanlarıyla, dinamik ve kendine has bir dokuya sahip. İstanbul’un ses manzarası, bestecilik pratiğimde kimi zaman ilham kaynağı olarak, kimi zamansa olduğu gibi, ya da bir başka deyişler verbatim olarakyer buldu.
Bir besteci olarak, Pauline Oliveros ile başlayan ve dinlemeyi bir sanat formu olarak yeniden şekillendiren derinlemesine dinleme pratiğiyle ilgileniyorum. Bu deneyimde gözlerini yumar, etraftaki tüm seslere kulak kabartırsın; bu hem bir meditasyon hem de bir müzik pratiğidir. Oliveros, Sonic Meditations: A Composer’s Practice (2005) adlı kitabında işitsel/duyuşsal dikkati yoğunlaştırmaya yönelik metne dayalı “dikkat stratejileri” sunar. Bununla birlikte 1998 yılındaki Ear Piece çalışmasında, dinlemenin doğasına dair bir dizi soru yöneltir: Şu anda dinliyor musun? Bu soruyu sormadan önce duyduğun son sesi hatırlıyor musun? Şu an sesleri gerçekten dinliyor musun yoksa yalnızca duyuyor musun?
Besteci Hildegard Westerkamp'ın da belirttiği gibi, bu tip bir dinleme akustik ekolojiden ayrı düşünülemez: “Bilinçli dinleme ve ses üreten varlıklar olarak kendi rolümüzün farkında olmak, akustik ekolojinin ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü bu farkındalık, canlı varlıklar ile içinde bulunduğumuz ses manzarası arasındaki ilişkileri derinlemesine kavramamıza katkı sunar.” (Organized Sound, 2002, s. 52). Benzer şekilde, Jean-François Augoyard ve Henry Torgue “Şehirlerimizi dinleyelim!" diyerek bizi ısrarla şehir ortamını bir instrumentarium (ses evreni) olarak duyumsamaya çağırır (Sonic Experience: A Guide to Everyday Sounds, 2005, s. 4).
Bu düşünceler eşliğinde Rumeli Hisarı’nın karmaşık seslerine kulak verdim: gemiler, vapurlar, motorlar, arabalar, otobüsler, yayalar, simitçiler, martılar, dalgalar, uçaklar ve daha nicesi… Kısa bir süre bu yoğun ses manzarasında kaybolduktan sonra müzeye yöneldim.
Doug Aitken, Yükselen Merdiven, 2024.
Sergiden görünüm; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu, İstanbul. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.
İçeri adım attığım anda mekândaki sessizlik odağımı işitme eyleminden görme odaklı bir algılamaya kaydırdı. Bakışlarım hemen yukarıya, Yükselen Merdiven (2024) adlı esere yöneldi; parçalı imgeler aynalı yüzeylerde kesintisiz bir devinim halinde yankılanıyordu. Şimdi gözlerim, görsel bir derinlemesine dinlemeye geçiyor; bakışlarım birer birer müze ziyaretçilerini, dışarıdaki kuşları, tersine yansıyan müze dükkânını ve Escher çizimlerini çağrıştıran parçalı merdiven imgelerini yakalıyordu. Dışarıda farklı düzlem ve yollardan kulağıma dolan sesler, burada da tüm katmanlarıyla gözlerimin önünde buluşuyordu. Tıpkı Augoyard ve Torgue’un bizleri “şehirlerimizi dinlemeye” çağırması gibi müze de bu çok katmanlı bakışla bizi “görmeye” davet ediyordu. Şehrin ses manzaraları; arabalar, otobüsler, motosikletler, vapurlar ve yayaların ritimleri ile katman katman kendini ele verirken dışarıdaki karmaşanın aksine müzedeki bu sessizlik içe dönüş için bir alan sunuyordu. Ne var ki Yükselen Merdiven bu sessizliği kesintiye uğratarak parçalı ama birbirine bağlı bir duyusal mekâna yer veriyor. Görsel olan; gündelik yaşamda kulağımıza çalınan ses ve hareket katmanlarını ve durmaksızın devinen bakış açılarını sahneye taşıyor; nasıl ki ses manzarası bizi kendiliğinden çevremize bağlıyorsa, bu kaleydoskopik imge evreni de görsel alanımızdaki gizli bağları görünür kılıyordu.
Akustik ve görsel olana dair bu katmanlı algılama etkileşiminin izleri müzikte de sürülebilir. Örneğin, Natasha Barrett’ın elektroakustik/musique concrète albümü Reconfiguring the Landscape (2023), sayısız girdiyi bir araya getirirken sanatsal akışını da ustalıkla korur. Daha nostaljik bir his tercih edenler içinse Luc Ferrari’nin Petite symphonie intuitive pour un paysage de printemps (1977) adlı eser öne çıkar. Her iki besteci de eserlerindeki işitsel mekân duygusunu derinleştirmek/artırmak adına gerçek dünya seslerini ve stüdyoda ortamında dönüştürülmüş sesleri bir arada kullandı. Kabul etmek gerekir ki Ferrari, görsel öğelerden ilham alan bir besteciydi; buna karşılık Barrett, her bir eserinde gerçek ya da hayali mekânlara özgü bir bakış açısını pekiştirmek için kurgu (montaj) gibi tekniklerden yararlanıyordu.
Görsel Formda Sesin Yankıları
Doug Aitken’in işleri, hareket ile durağanlık arasındaki etkileşimi yalnızca görsel değil, işitsel düzlemde de düşünmeye davet ediyor. Bu çağrı benim için en çok 3 Modern Figür (nefes almayı unutma) (2018) ve Bayraklar ve Enkaz (2021) eserlerinde belirginleşiyor.
3 Modern Figür (nefes almayı unutma)’da, reçineden üretilen üç insan figürlü kompozisyon renk ve yoğunluğun sürekli değişen ışıklarla yanıp sönerken telefonu kulağında tutma pozunda donmuş figürlere yakından baktığımızda ellerinde telefonları eksiktir. Telekomünikasyonun ötesinde ışığın ritmiyle birbirine bağlanan figürler, kimi zaman senkronize titreşirken kimi zaman bağımsız birer birim olarak değişiyor, yoğunlaşıyor ve akışkanlıklarını koruyorlar. Her ne kadar ışık göz önünde olsa da bu eserin merkezinde ses unsuru yer alıyor: Aitken’in özgün bestesi akışkan bir şekilde ilerlerken zaman ve varlık algımızı da şekilleniyor. Sanatçı sesi salt bir eşlik unsuru olarak kurgulamanın ötesinde; ses, senkron ve ayrışma anları arasında salınarak algımızı şekillendirirken figürlerin varlığı hem tanıdık hem de yabancı hissediliyor.
La Monte Young’ın Trio for Strings (1958) veya John Luther Adams’ın Become Desert (2019) eserlerinde sesin ağır ağır açılarak algıyı meditatif bir yayda uzatmasına tanıklık ederiz. Özellikle Adams’ın eserinde, senfoni orkestrası boyunca devinen uzun tonlar, aralara serpiştirilen çan ve zil vurgularıyla iç içe geçerek bu etkiyi güçlendirir. Figürler, aynı anda hem durağan hem de akışkan; görsel olarak sessiz, öte yandan ritimle titreşen bir halde varolurlar. Dürüst olmak gerekirse, eseri bir süre izledikten sonra anlamı, figürlerdeki eksik cep telefonlarında aramaktansa, ışık ve ses arasındaki ritmik diyalogda bulmayı tercih ettim. Birbirine bağlı, birbiriyle örtüşen ancak bir o kadar da birbirinden kopuk ve habersiz üç figür… Bunlar hareketsiz olsalar da ses ve ışığın etkileşimiyle canlanıyor ve ortak bir ekolojide varlıklarını sürdürüyorlar. Birbirlerinin farkına varıp varamayacakları ise belirsiz…
3 Modern Figür (nefes almayı unutma) izolasyonu durağanlık üzerinden keşfederken Bayraklar ve Enkaz ise ses ve hareket arasındaki etkileşimi sinematik bir düzleme taşıyor. Aitken’in filmi, gündelik hayatın gerçeküstüye evrildiği, düşsel bir şehirsel manzarayı betimler. Filmdeki sesler, tanımlanabilir kaynaklar ile soyut ses dokuları arasında gidip gelir; araç sesleri uğultuya, nehirlerin sesi ise şehir gürültüsüne karışır. Gerçek ve yapay unsurlar birbiri içine geçerek dönüştürülmüş bir gerçeklik yaratır. Aitken, sesin en az görsellik kadar güçlü bir özneye evrildiği kendine özgü bir şehirsel pastoral ortaya koyar.
Bayraklar ve Enkaz eserinde tasvir edilen Los Angeles’ın pandemi dönemindeki imgelem ve sesleri, İstanbul’dayken deneyimlediğim karantina günlerini anımsattı. Alışılageldik trafik ve sanayi uğultularının yerini daha ıssız, daha narin seslere bıraktığı günleri… Kaygının örtük ama derinden hissedildiği bir dönemdi. Fakat bu süreç, sesle ilgili yeni bir estetiği de görünür kıldı. Üç kanallı videoyu izlerken, Ellen Arkbro’nunFor Organ and Brass (2017) için ve Catherine Christer Hennix’in Waves of the Blue Sea (2019) adlı genişleyen, uğultu-temelli eserlerini anımsadım. Tıpkı Aitken’in filmindeki gibi, bu besteler de zaman ve algı arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor; katmanlı yapı ve kademeli dönüşüm aracılığıyla hem tedirgin edici hem de etkileyici bir ses evreni kuruyorlar.
Doug Aitken, iki kere düşünme II, 2006.
Sergiden görünüm; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu, İstanbul. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.
Zaman, Döngü ve Süreç Odaklı Minimalizm
Hem ritmik hem de yapısal anlamda döngüsellik, Aitken’in çalışmalarının tümüne işleyen bir olgu. Sergide bu durumun en belirgin şekilde görüldüğü eser ise kuşkusuz iki kere düşünme II (2006) oluyor.
Sessiz bir köşeye iliştirilmiş ve belki de büyük ölçekli işlerle karşılaştırıldığında mütevazı görünen bu eser, ritmik bir yoğunlukla titreşir. Eserin ardışık olarak daralıp genişleyen dairesel ışık desenleri, Steve Reich’ın Piano Phase (1967) ve Drumming (1971) gibi minimalist faz müziklerini çağrıştırır; burada da basit desenler birbirleriyle ilişkilenerek beklenmedik varyasyonlar yaratır. Karşısına geçmiş eseri izlerken adeta eserin devinimine kapıldığımı hissettim — sanki zaman, içinde genişleyip daralıyordu.
Aitken, eseri üretme sürecinde Riley ve Reich’in minimalist yapıtlarını dinlediğini bizzat ifade eder ve gerçekten de eser, baştan sona ritim ve koreografiyle bezenmiştir. Işığın titreşimleri, hemen Anne Teresa De Keersmaeker’inFour Movements to the Music of Steve Reich (1982) adlı etkileyici koreografisini akla getirir. Bu eser Rosas dans topluluğu tarafından da sahneye taşınmıştır. Benzer şekilde Rosas danst Rosas (1983)da bir müzik partisyonu olmaksızın tamamen dansçıların hareketlerinin ritmik sesiyle kendi vurmalı yapısını üretir. (Her iki performans da 2011 yılında, oldukça özlenen iDans festivali kapsamında Fulya Sanat’ta sahnelenmişti.)
2019 yılında Borusan Müzik Evi, İstanbul’da gerçekleşen “DRUMMING” konserinden bir görüntü.
Fotoğraf: Özge Balkan
iki kere düşünme II (2006) sabit nabzıyla beni içine çekerken, uyurgezerler (2007) ise tempo ve doku değişimleriyle hem işitsel hem de görsel bir çeşitlilik ortaya koyuyor. Galeri versiyonunda sergi alanına yerleştirilen aynalar, tıpkı Reich’ın işlerinde yoğun biçimde hissedilen ritmik katmanlaşma gibi, görüntüleri parçalayarak yeniden birleştirir. Kurgudaki mikro ve makro bakışlar arasında geçiş yapan, zamanı hızlandırıp yavaşlatan düzenleme biçimi ise eklemeli süreçler üzerinden ilerleyen müzik yapılarını çağrıştırır. İzlerken aklıma Steve Reich'in Music for 18 Musicians (1974-76) ve Terry Riley’nin In C (1964) adlı eseri geldi. Her iki üretim de tıpkı bu neon eserde görsel olarak temsil edildiği gibi devinen nabız ve armonik geçişlerle yavaşça evrilen işitsel bir manzara yaratıyor.
Doug Aitken, uyurgezerler, 2007.
Sergiden görünüm; © Doug Aitken, Sanatçının izniyle; 303 Gallery,
New York; Galerie Eva Presenhuber, Zürih; Victoria Miro, Londra; Regen Projects, Los Angeles. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.
uyurgezerler MoMA’daki yerleşiminde müzenin dış cephesine yansıtılmış ve esere yalnızca şehrin sesleri eşlik etmişti; böylece şehirsel yaşam kendi işitsel karşıt akışını üretmişti. Borusan Contemporary’deki aynalarla çevrili yerleştirme için ise videolardaki oyuncuların tekrarlayan hareketleriyle eş güdümlü bir beste yer alıyor. Görüntü ve ses arasındaki ritmik etkileşim öylesine kusursuz bir bütünlükle örülüyor ki artık onları birbirinden bağımsız düşünemiyoruz bile. Biz izleyiciler de bu döngüye dahil oluyor, yansıtılmış ve kırılmış bir halde zamanın akışına kapılıyoruz. Kulak, gözün algıladığını doğruyor ve böylelikle kendimizi bu beş karakterin gündelik yaşam ritminin içinde buluyoruz.
Seste Kompozisyon, İmgede Kompozisyon
Bu sergiye gelirken sesin yalnızca bir eşlikçi olarak yer aldığı görsel işler izlemeyi bekliyordum. Bunun yerine sergi boyunca kendimi dikkatle dinlerken buldum. Aitken’in ritmik yapıları ve döngüsel süreçleri, sesin yokluğunda dahi işitsel nitelikler öneriyordu.
Genellikle müzik aracılığıyla deneyimlediğim birçok kavram—desen, tekrar, zamanın genişleyip daralması—bu kez beklenenin aksine görsel biçimde belirginleşti. Benim için kompozisyon öncelikle işitsel bir pratik. Ancak Aitken’in işlerinde beni en çok etkileyen, ritim, zaman ve yapıyı görsel düzlemde de üstün bir beceriyle kullanmasıydı. Sergiden çıkıp Boğaz’ın instrumentarium’una adım attığımda, ritim ve yapıları yalnızca işitmekle kalmayıp gördüğümü de fark ettim. Ve kendime sordum: Peki ya, diğerleri ne duyuyor?
YAZAR HAKKINDA
İstanbul’da yaşayan Amerikalı perküsyon sanatçısı, besteci ve eğitimci Amy Salsgiver, neredeyse 20 yıldır Türkiyedeki hareketli müzik sahnesinde üretimlerini sürdürmektedir. Salsgiver, deneysel müzikten geleneksel, klasik müzikten çağdaş müziğe uzanan türler ve disiplinlerarası çalışmalarında çoğunlukla farklılıkları bir araya getiren çarpıcı üretimlere odaklanır.
Sanatçı kimliği ile kentin deneysel müzik sahnesinin nabzını tutan Salsgiver, Hezarfen Ensemble ile ile aktif olarak çeşitli ülkelerden bestecilerle işbirliklerine imza atarken yeni üretimler icra ederek Türk müziğinin çağdaş seslerini yurtiçi ve yurt dışına taşıyor. Pratiğine Türk vurmalı çalgılarını alışılmadık bağlamlarda dahil eden sanatçı, üretimleriyle bu enstrümanların sonik olasılıkları yeniden ele alıyor. Aynı zamanda sa.ne.na isimli perküsyon topluluğunun kurucularından olan Salsgiver, bu topluluk aracılığıyla son 50 yılın müzikal anlamda öne çıkan eserlerini Türkiyedeki dinleyicilere buluşturuyor. Bu kapsamda, Slagwerk Den Haag, Christian Benning ve Michael Gordon gibi sanatçılarla yürüttüğü disiplinlerarası işbirlikleri ve yaratıcı etkileşimler de çalışmalarının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Perküsyon temelli çalışmaları arasında Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO), Gana ksilofonu gyil üzerine araştırmaları, caz ve pop müzik gruplarıyla sahne ve kayıt çalışmaları yer almaktadır.
Salsgiver, İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmalar Merkezi'nde (MİAM) öğretim üyesi olarak MİAM Perküsyon ve MİAM Doğaçlama Topluluklarını yönetmektedir. Verdiği dersler perküsyon, kompozisyon ve doğaçlama ile ilgili çeşitli konuları kapsar.
Amy Salsgiver güncel olarak müzik kompozisyonu alanında yürüttüğü doktora çalışmasını sürdürmektedir. Tez çalışması, doğaçlama ve işbirliğine dayalı üretim yöntemlerinin çağdaş müzik pratiklerinde nasıl yaratıcı araçlar olarak kullanılabileceğini ele alıyor. Ayrıca, Sound Runs ismini verdiği pratiğe dayalı bir araştırma projesini de yürütmektedir. Koşarken geçtiği yerlerin ses manzaralarını kayda alarak yerel işitsel çevreyi belgelemekte ve bu saha kayıtlarını, izleyicilerin çevreleriyle daha derin bir ilişki kurmalarını teşvik eden eserler üretmekte bir çıkış noktası olarak kullanıyor.